Amazonlardan Jonastal'a Yeraltındaki Almanya
Akakor’un Unutulan Tarhiçesi:
Amazon nehri (Rio Amazonas) Rio Solimoes’in (Amazon nehrinin kollarından biri) Rio Negro’nun siyah sularıyla karşılaştığı yerde başlar ve her iki güçlü akıntıyı birbirine bağlar. Buradan botla 20 dakika uzaklıkta “Manaus” bulunur. Manaus’un(1) sahille bağlantısı yoktur ve çevresi ormanlarla kaplıdır.
Alman yazarı Karl Brugger, Tatunca Nara’yı işte burada tanımıştı.
3 Mart 1972’de Brezilya Orman Güvenlik Birliği’nden bir subay Manaus’daki bu buluşmayı ayarlamıştı. Alman yazar, karşısında beyaz tenli bir yerliyi görünce müthiş şaşırmıştı.
Tatunca Nara adlı yerli, bozuk bir Almanca ile, 15.000 yıl önce “tanrılar tarafından seçilmiş olan “Ugha Mongulala kabilesinden bahsetmeye başlamıştı. O, dünyayı çöle çeviren iki büyük felaketten, Lhasa dediği bir “tanrı oğlunun” Güney Amerika kıtasındaki hakimiyetinden ve onun eski Mısırlı’larla ilişkisinden bahsediyordu. Anlattığı ilginç şeyler arasında “Got”ların gelişi ve 2000 Alman askeri ile yapılan ittifak vardı. Onun iddiasına göre, tanrısal ataları yeraltında devasa şehirler kurmuşlardı. İşte bütün bu olaylar, “Akakor Kronikleri” adlı bir kitapta toplanmıştı.
Tatunca Nara, hayatını kurtardığı 12 Brezilyalı subay vasıtasıyla, Brezilya Gizli Servisi ile temas kurmaya ve gerçek kimliğini açıklamaya çalışmıştı. Aynı zamanda yerlileri koruma servisi FUNAİ’ye başvurarak, Brezilya’daki Federal Alman elçilik sekreteri’ne II. Dünya Savaşı sırasında 2000 Alman askerinin Brezilya’ya geldiğini ve onların halen başkent Akakor’da yaşadığını söylemişti. Sekreter bu hikayeyi gerçek dışı bularak, Tatunca Nara’nin elçilik binasına girmesini yasaklamıştı.
1973 Nisan’ında FUNAI, Tatunca Nara’nın bir yıl önce bahsetmiş olduğu, beyaz bir yerli kabilesini Rio Xingu nehrinin yukarı kısmında keşfetti. Haziran 1973’de “yerlilerden arınmış” sayılan Acre bölgesinde birçok yerli kabilesi görüldü. Akakor şehir orada mıydı?
Karl Brugger’in yazdıkları Brezilya ve Alman arşivlerinden derlenmişti. Kitabın ana bölümü “Akakor Kronikleri”, Tatunca Nara’nın anlattıklarına dayanmaktadır. (Y.N: Kitap 8 Mayıs 1975’de Rio de Janeiro’da yazılmıştır.) Akakor Kronikleri kitabından bazı ilginç mesajları özetleyerek veriyorum;
Shwerta’nın Yabancı Efendileri:
Ugha Mongulala’nın ilk prensi Ina’nın geçmişleri ile ilgili her şeyi yazıya dökmeye karar vermesi ile “Akakor Kronikleri” ortaya çıktı.
Ataların efsanelerine göre, “Sıfırıncı Saat”ten 3000 yıl önce, beyaz barbarların takvimine göre M.Ö. 13.000’de göklerde altın gibi parlayan ve ışıklar saçan gemileri ile ortaya çıkan güçlü yabancılar, dünyaya inerek buraya yerleştiler. Onlar evrenin derinliklerindeki bir dünyadan, Shwerta’dan geliyorlardı. Ataları orada yaşıyorlardı. Onlar, oralardan diğer dünyalara bilgi getirmek için gelmişlerdi. Mongulala rahipleri, onların birçok gezegenden oluşmuş güçlü bir imparatorluk olduğunu söylüyorlardı. Rahiplerin söylediklerine göre, bizim dünyamızla onların dünyası her 6000 yılda bir karşılaşıyor ve o zaman tanrılar geri dönüyorlardı.
Yabancı ziyaretçilerin gelmesiyle dünyada “Altın Çağ” başladı. İnsanlığı karanlıktan kurtarmak için 130 uzaylı aile dünyaya geldi.
En ünlü el sanatı ustaları onların resim ve kabartmalarını yaptıkları için, ilk efendilerin neye benzedikleri bugün bile bilinmektedir.
“Schwerta”nın Yabancıları” insanlardan ilk bakışta pek farklı görünmüyorlardı. Siyah saçlı, asil görünümlü, beyaz tenli, uzun boylu insanlardı. Eski ataları diğer insanlardan ayıran en önemli özellik, onların el ve ayak parmaklarının 6’şar adet oluşu idi. Altı parmak onların tanrısal kökenini göstermekteydi.
Seçilmiş yerli aileleri ile evlenen tanrılar, yeni bir kabile oluşturdular ve buna “Ugha Mongulala” adını verdiler. Bu, beyaz barbarların lisanında “Seçkin Soyun Müttefiki” anlamına geliyordu. Bu sebepten Ugha Mongulala kabilesi üyeleri tanrısal atalarına benzerler. Onlar ataları gibi uzun boylu, beyaz tenli ve badem gözlüdürler. Tanrılarla tek farkları beş el ve ayak parmağına sahip olmalarıdır. İddialara göre, kıtadaki tek beyaz yerli kabilesi Ugha Mongulala’dır.
“Schwerta’lı Yabancılar” güçlü bir imparatorluk kurdular. Bilgileri, üstün bilgelikleri ve “esrarengiz aletleri” ile dünyayı kendi tasavvurlarına göre değiştirmeleri kolay oldu. Onlar insanların tanımadığı yeni bitkiler yerleştirdiler. Yerlilerin atalarına avlanmayı ve açlıktan korunmayı öğrettiler. Onlara doğanın sırlarını açıklayan yeni bilgiler verdiler. Bu bilgilerle donanan Ugha Mongulala kabilesi, korkunç felaketlere ve savaşlara rağmen binlerce yıl hayatta kalabildi.
U. Mongulala imparatorluğunun başkenti Akakor ilk efendilerin önderliğinde 14.000 yıl önce kurulmnuştu. Aka=Kale, Kor=İki, Akakor; İkinci Kale anlamına geliyordu. Akahim denilen 3. kalenin kroniklerde 7315 yılında kurulduğu belirtiliyordu. Bunun tarihi de Akakor ile bağlantılıydı. Başkent Akakor, Peru ve Brezilya arasındaki sınırda, dağların eteğindeki bir ovada yer şehir yüksek taş duvarlarla çevriliydi. Şehre bu duvarlardaki 13 kapıdan girilebiliyordu.
Akakor’un merkezinde büyük bir güneş tapınağı ve yekpare bloktan bir taşı kapı bulunuyordu. Duvarda yalnız rahiplerin okuyabileceği yabancı lisanda yazılmış yazılar bulunmaktaydı. Bu yazılarda şehrin kuruluş tarihçesi anlatılmaktaydı.
Eski atalar başka yerlerde de tapınaklar inşa etmişlerdi. Bunlar; büyük nehrin yukarı kısmındaki Salazere, büyük göldeki Tihuanaco ve güneydeki yüksek yaylalardaki Manoa. Bu tapınaklar, U. Mongulala ve ilk efendilere bağlı olan dünya yüzeyindeki şehirlerdi. Bu şehirlerin merkezinde basamaklı devasa piramitler bulunuyordu.
Yeraltındaki şehirler:
Yerüstündeki şehirler zamanla yıkılınca, Mongulala halkı, “efendilerin” onlara hediye ettiği, And dağlarının altındaki yer altı şehirlerine çekildiler. Bu şehirler 13 adetti ve ataların yurdu Schwerta takım yıldızını sembolize ediyordu. Merkezi “Aşağı Akakor”du. Şehir, insan elinden çıkmış dev bir mağaranın içinde bulunuyordu.
Yeraltındaki 13 şehrin isimleri şöyleydi;
1- Akakor
2- Sikon
3- Tat
4- Arnan
5- Kos
6- Sanga
7- Mu
8- Tanu
9- Gudi
10- Boda
11- Rino
12- Kisch
13- Buda
Bunların 12 şehir yani, Akakor, Buda, Ksich, Boda, Gudi, Tanum, Sanga, Rino, Kos, Arnan, Tat ve Sikon yapay bir ışıkla aydınlatılıyordu. Bu ışın güneşin hareketi ile değişiyordu. Gümüşten yapılmış dev bir ayna, güneş ışığını şehre yansıtıyordu. Bütün yer altı şehirlerine geniş kanallar vasıtası ile dağlardan su getiriliyordu.
Yer altı şehirlerine giriş, hareketli bir kaya-kapı vasıtasıyla oluyordu. Tehlike anında bu kapı kapatılıyordu.
Schwerta’lı efendiler, yer altı şehirlerini yerlilerin çok yabancısı oldukları planlara ve yasalara göre inşa etmişlerdi. Nitekim yıllar sonra buraya gelen Alman askerleri bile tünel sisteminin ve havalandırmanın nasıl yapıldığını, çok araştırmalarına rağmen, anlayamamışlardı.
Efendilerin kurduğu imparatorluk, 362 milyon insana hükmediyordu. Onlar Akakor’dan bütün dünyayı yönetiyorlardı. Kroniklerde onların kuşlardan daha hızlı uçan, dümensiz ve kanatsız gemilerle, gece veya gündüz hedeflerine ulaştıkları yazılıdır. Tanrılar “Büyülü Taşları” vasıtasıyla en uzak yerleri bile görebiliyorlardı. Bu taşlar, göklerde veya yerde olan biten her şeyi yansıtıyorlardı.
Sıfırıncı Saat (M.Ö. 10.481 – M.Ö. 10.468):
Tanrılar dünyayı tekedecekleri gün Prens Ina’yı çağırdılar ve ona “kendi yurtlarına” geri döneceklerini ama bir gün yine geleceklerini söylediler. Tanrılar görevlerini yapmışlar ve günleri dolmuştu. Ina’ya gelecekteki felaketlerden korunması için “seçilmiş kavmi” yeraltındaki şehirlere götürmesi söylendi. Ina’yla vedalaşan tanrılar, ateşler ve şimşekler altında, gemileriyle göklere yükselerek Akakor dağlarının ardında kayboldular. Tanrılar gitmişlerdi ama bilgileri ve bilgeliklerini burada bırakmışlardı.
Beyaz barbarların takvimine göre “Sıfırıncı Saat”te –yani M.Ö. 10.481’de- tanrılar altın gibi parlayan gemileriyle dünyayı terk etmişlerdi.
Efendilerin dünyadan gitmesinden 13 yıl sona, (M.Ö. 10.468’de) büyük bir doğal felaketler yaşandı. Bu felaket kroniklerde şu şekilde anlatılıyordu;
“Seçkin hizmetkarlar, güneşi, ayı ve yıldızları göremiyorlardı. Koyu bir karanlık her yeri kaplamış, insanlar nafile yere yiyecek arıyorlardı. Tanrıların vasiyetini unutan insanlar birbirlerini öldürüyorlardı. Kanlı zamanlar başlamıştı.”
Tanrıların aniden dünyayı terk etmesinden sonra ne olmuştu? Halkı 6000 yıl geriye götüren bu felaketten kim sorumluydu? Rahipler bu olayı şöyle yorumladılar:
“Sıfırıncı saatten önce, ilk efendilere düşman olan başka bir tanrılar grubu vardı. Akakor’daki güneş tapınağında bulunan tasvirlerden bunların insanlara yabancı yaratıklar olduğunu anlaşılıyordu. Bu yaratıklar çok tüylü ve Kızıl tenli idiler. İnsanlar gibi beş parmaklı olmalarına rağmen, omuzlarının üstünde yılan, kaplan, şahin gibi hayvan kafaları taşımaktaydılar.” (Marduk’lular mı?)
Rahipler bu tanrıların da güçlü bir imparatorluk kurduklarından bahseder. Onlar da insanlardan üstün bilgilere sahiptiler. Akakor’daki güneş tapınağındaki tasvirlerden her iki tanrılar grubu arasında bir savaş olduğu anlaşılmaktaydı. Tanrılar, güneş sıcaklığındaki silahlarıyla dünyayı ateşe verdiler ve karşılıklı olarak birbirlerini yok etmeye çalıştılar. Yalnız dünyada değil, gezegenler arasında da süren korkunç bir savaş başlamıştı. Bunun üzerine Ina yeraltındaki şehirlere gidilmesi emrini vermişti.
İlk büyük felaketten sonra, dünya yüzeyinde büyük değişiklikler meydana gelmişti: Irmakların akışı, dağların yüksekliği değişmiş, birçok kıta sular altında kalmıştı.
Tanrıların öğretisine göre, her 6000 yılda bir devir kapanıp, yenisi başlıyordu. İlk efendilerin öğrettiği yasa bu idi.
II. Büyük doğal felaket
Tanrılar yasalarını dinlemeyen insanları cezalandırmak istemektedir. Bu sebepten insanları yok etmeye karar verdiler. Bu amaçla dünyaya, kızıl bir kuyruklu yıldız ve bin güneşten daha parlak bir alev yollarlar. 13 ay süreyle devamlı yağmur yağar. Denizlerin suyu yükselmeye başlar. İnsanlar korkunç su baskınlarında yok olurlar. Fakat yer altı şehirlerinde yaşayan Ugha Mongulala’lılar bu her iki felaketten kurtulurlar. İlginçtir ki kroniklerde adı geçen “Modus”un yaptıkları tıpatıp Hz.Nuh için anlatılanlara uymaktadır. Bir farkla ki, gemisi Ağrı dağının değil, Akai’nin tepesine uymuştu.
7315 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre M.Ö. 3166’da) Ugha Mongulala halkı tarafından hasretle beklenen tanrılar uzay gemileriyle yeniden dünyaya döndüler. Seçkin kavmin ilk efendileri Akakor’a döndüler ve iktidarı yeniden devraldılar. Burada 3 ay kalan tanrılar yeniden dünyayı terk ettiler. Yalnız Lhasa ve Samon kardeşler eski atalarının vatanına geri dönmediler. Lhasa, Akakor’da kaldı. Samon doğuya doğru kendi imparatorluğunu kurdu. Tanrıların oğlu Lhasa tamamen yıkılmış imparatorlukta ele aldı. Altın çağda yaşayan 362 insandan, iki büyük felaketten sonra, ancak 20 milyondan az insan hayatta kalabilmişti. Bugün Bolivya denen yerde Lhasa, “Mano, Samoa ve Kin” adlı üsler kurdu.
Lhasa, Akakor’un güvenliğinden endişe ederek batı sınırında güçlü bir kale inşa edilmesini emretti. Bu amaçla And dağlarının yüksek tepelerinde Machu Picchu adlı yeni bir tapınak şehir kuruldu.
Machu Picchu’nun kurulması, Ugha Mongulala halkının tarihindeki en önemli olaylardan biridir. Buranın inşası büyük sırlarla doludur. Machu Picchu(2) kutsal bir şehir olarak kabul ediliyordu.
Doğudaki İmparatorluk ve Samon:
Yıldızlardan gelen Prens Lhasa’nın egemenliği 300 yıl sürdü. Lhasa sık sık uçandairesi ile yolculuğua çıkar ve kardeşi Samon’u ziyaret etmek için doğudaki imparatorluğa uçardı.
Alakor Kronikleri Lhasa’nın kardeşi Samon imparatorluğundan çok az bahseder.
Samon hakkında bilinen onun 7315 yılında tanrılarla birlikte dünyaya geldiğidir. Kroniklerde onun doğudaki denizin ötesindeki büyük nehrin(Nil nehri mi?) yanına indiği yazılıdır. O, bir kavmi(3) seçerek bilgi ve hikmetlerini onlara aktarmıştı.
Samon, Lhasa’ya üzerinde atalarının yazısı olan çok değerli kağıt rulolar ve “Yeşil taşlar” hediye etmişti. U. Mongulala rahipleri bunları, Lhasa’nın çok değerli uçandairesi ile birlikte Akakor’un yeraltındaki tapınağında saklıyorlardı. Uçandaire parlak altın rengindeydi ve dünyada bilinmeyen bir metalden yapılmıştı.
Rahiplerin yüksek bilgileri:
Rahipler, eski atalarına ait gizli belgeleri yeraltındaki güneş tapınağında saklıyorlardı. Bu belgeler arasında esrarengiz resimler, haritalar ve işaretler vardı. Bunlar tanrılar tarafından yapılmıştı ve dünyanın bilinmeyen, karanlık tarih-öncesi geçmişinden bahsediyordu.
Bu haritaların birisi, dünyamızın uydusu olan ayın, tarihteki ilk ve tek uydu olmadığından bahsediyordu.(4) Bildiğimiz ay binlerce yıl önce dünyaya yaklaşmaya ve çevresinde dönmeye başlamıştı. O zamanlar dünyanın görünüşü bugünkünden çok farklıydı. Batıda, Beyaz barbarların haritasında yalnız deniz olarak gösterilen yerde, o zamanlar büyük bir ada vardı. Dünya denizlerinin kuzey kısmında ise büyük bir kıta bulunuyordu.
Rahiplerin açıklamalarına göre, ilk felaketten, yani her iki tanrısal ırk arasındaki savaştan sonra, bu topraklar dev dalgalar tarafından yutulmuştu. Rahipler, tanrılar arasındaki savaşın, yalnız dünyayı değil, Mars ve Venüs’ü de çöle çevirdiğinden bahsediyorlardı.
1932 ile 1945 arasındaki dünya tarihine kısa bir bakış:
Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkan Almanya’ya müttefikler Versailles anlaşmasını zorla kabul ettirmek istemişlerdi. Müttefikler, ABD Başkanı Wilson’un ilan ettiği prensiplere inanan Almanya’yı aşağılamışlar, anlaşmanın uygulamasında görülen güçlükler karşısında maddelerini barış içinde değiştirmek yoluna gidecekleri yerde, Ruhr bölgesini işgal etmek, geniş Alman topraklarını süngü altına tutmak, silahlanmada eşit hak vermemek, Alman halkını aşağılamak gibi yolları tercih etmişlerdi.
Versailles Barış Anlaşması, Avrupa’da büyük değişikliklere sebep oldu. Ekonomik çöküntünün yarattığı baskılar sonucunda yeni otoriter ideolojiler yükselişe geçti. 1933 yılında Hitler ve NSDAP Almanya’da iktidara geçti. Latin Amerika ülkeleri Nasyonal Sosyalizme karşı bir bekleyişin içindeydiler. 1939’da II. Dünya Savaşının başlaması ile Hitler, Brezilya Başbakanı Vargas’ı bir ittifaka zorlamak için, ülkesinde birçok çelik fabrikaları kurmayı önerdi. Fakat ABD’nin yoğun baskıları altında bulunan Brezilya, 1942 yılında Almanya’ya savaş ilan etti. Güney Amerika kıtasındaki çatışmalar, Alman kolonileri tarafından desteklenen, Alman Silahlı Kuvvetleri’nin (Wehrmacht) gizli komandolarının sınırlı harekatlarını aşamadı.
Reich Almanlarının Akakor’a gelişleri:
12.412 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1936’da) beyaz bir rahip önderliğindeki bir keşif gezisi, Ugha Mongulala kabilesinin müttefiki olan “Kara Kalp” kabilesinin bulunduğu bölgeye karar ulaşmıştı. Beyaz adamlar köylülerin kulübelerini yakmışlar ve kutsal mezarlarını altın bulma ümidiyle talan etmişlerdi. Bu tanrıların vasiyetine karşı işlenmiş büyük bir suçtu ve cezalandırılması lazımdı.
Ugha Mongulala kabilesinin başında bulunan prens Sinkaia, Lima’ya saldırı emri verdi.
Beyaz barbarların “Santa Maria” dedikleri yere saldıran yerlilerin başında bulunan prens, bütün erkeklerin öldürülmesini ve evlerin yakılmasını emretti. Bu saldırıdan kurtulabilen köyde yaşayan 4 kadın oldu. Bunlardan üçü, Akakor’a götürülürken kaçmak istediler ve “kızıl” nehirde boğuldular. Ancak dördüncü kadın U. Mongulala’nın başkentine ulaşabildi. Onun gelişi ile, yani 12.413yılında halkın tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Esir kadının adı Reinha idi ve Almanya denilen bir ülkeden geliyordu. Beyaz rahipler onu yerleri Hıristiyan yapması için Brezilya’ya yollamışlardı. Esareti sırasında, Reinha yerli halkın güvenini kazanmayı başardı. O, hastalara ve yaralı savaşcılara yardım etti. Prens Sinkaia, ona büyük bir ilgi duymaya başlamıştı. Nihayet ikisi evlendi ve Reinha U. Mongulala’nın yeni prensesi oldu. Reinha ve Sinkaia’nın evliliği halkın yaşamını değiştirdi. İlk defa olarak U. Mongulala halkı bir prens ve prenses tarafından yönetilmeye başlandı. Prenses “Yüksek Konsey”in bütün toplantılarına katılarak, önemli karaların alınmasına rehberlik etti.
12.416 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1937’de) Reinha, Sinkaia’ya bir erkek çocuk doğurdu. Sinkaia’nın oğluna “Tatunca Nara” adı verildi. Böylece Lhasa soyundan gelen son prens dünyaya gelmiş oldu. Sinkaia ile evliliğinden 4 yıl sonra Reinha, Almanya’ya U. Mongulala’nın bir elçisi olarak geri döndü. Reinha gizlice beyaz barbarların doğudaki limanına getirildi ve buradan bir gemi ile vatanına döndü. Reinha 21 ay Almanya’da kaldı. Daha sonra Akakor’a dönen “seçkin kabilenin prensesi”nin yalnız olmadığı görüldü. Yanında halkının yüksek yöneticilerinden üç kişi daha vardı. “Yüksek Konsey” ve Alman yetkililer, Reinha’nın yardımıyla birçok konuyu konuşma fırsatı buldular. Ortak bir gelecek için düşünce alışverişinde bulunuldu. U. Mongulala’ya beyaz barbarların sahip oldukları güçlü silahların aynısını vermeyi taahhüt ettiler. Ayrıca Akakor’a gelece k2000 asker bu savaş araç ve gereçlerinin nasıl kullanılacağını gösterecekti. Anlaşmanın en önemli bölümü 12.415 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1944’de) planlanan savaştı. Almanlar bu savaşta Brezilya sahillerine çıkmak ve bütün büyük şehirleri işgal etmek istiyorlardı. U. Mongulala savaşcıları içerden beyaz barbarların yerleşim yerlerince hücum ederek, bu harekatı destekleyeceklerdi. Zaferden sonra Brezilya’nın ikiye bölünmesi planlanıyordu. Alman askerleri sahildeki bölgeleri istiyorlardı. Un. Mongulala ise tanrıların onlara 12.000 yıl önce vermiş olduğu, büyük nehrin kenarındaki topraklarını geri almakla yetiniyorlardı. Anlaşma işte bunları kapsıyordu.
Almanya ile yapılan ittifak U. Mongulala’nın kendine olan güvenini yeniden kazandırdı. Yokluk ve sefalet içinde bulunan Mongulala’lılar bu sayede eski imparatorluklarını yeniden kurma fırsatını yakaladılar.
Akakor’daki 2000 Alman Askeri:
Alman askerleri ilk defa 12.422’de (1941’de) gelmeye başladı. Takip eden yıllarda yeni gruplar, sayıları 2000’i buluncaya kadar gelmeye devam etti. 12.426 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1945’de) son Alman askeri de U. Mongulala’nın başkentine geldikten sonra anavatanları ile her türlü bağlantıları kesildi.
Alman askerlerinin Akakor’a gelişleri şöyle olmuştu: Onlar Marsilya’dan yola çıkmışlar ve kendilerine İngiltereye gidecekleri söylenmişti. Askerlere, gidecekleri gerçek yerin neresi olduğu gemi yola çıktıktan sonra söylenmişti. Alman askerlerinin Atlantik Okyanusunu aşarak, Amazon’un ağız bölgesine gelmeleri 3 hafta sürmüştü. Burada kendilerini küçük bir gemi bekliyordu. Bu gemi onları “Kara Nehir”in yukarı kısmına taşımıştı. Yolculuklarının son kısmında onlara U. Mongulala’lı savaşcı birlikler eşlik etmişti. Kanus’tan Brezilya ve Peru sınırındaki büyük şelaleye geldiklerinde, Akakor’a 20 saatlik bir yol kalmıştı. Alman Askerleri Akakor’a gelinceye kadar 5 ay yolculuk yapmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Alman askerlerinin Akakor’a gelmesiyle hummalı bir faaliyet başladı. Yeni müttefikler, U. Mongulala’lı savaşcılar eğitmeye ve yeni silahları(5) tanıtmaya başladılar.
Fakat planlanan savaş olmadı, çünkü Alman Führer’i savaş kaybetmişti. Son gelenler askerler, ki aralarında çocuklar ve kadınlar da vardı, savaşın tamamen kaybedildiğini söylediler. Kaçan Alman askerleri esir olmaktan son anda kurtulabilmişlerdi. Artık bundan sonra Almanya’dan bir yardım almak ümidi kalmamıştı.
Akakor’daki 2000 Alman Askerinin Yaşamı:
12.426 yılında (1945’de) Almanya’nın yenilmesi ile birlikte, U. Mongulala imparatorluğunu yeniden kurma hayalleri de suya düşmüştü. Beyaz barbarlara aynı anda saldırma planından müttefik Almanya’nın yenilmesi üzerine vazgeçildi. Sinkaia doğu sınırında toplanan ordusunu geri çağırdı. Geçen zaman içinde 2000 Alman askerinin “seçilmiş halk”la bütünleşmesi başladı. Bu güç bir işti, müttefik askerler ne tanrıların vasiyetini, ne de yerlilerin dilini bilmiyorlardı.
Bunun üzerine rahipler toplanarak, ataların sembolik yazılarını basitleştirme kararı aldılar. Bu yeni işaretlerle “Akakor Kronikleri”ni yeniden yazdılar.
Alman askerleri ve U. Mongulala’lılar Almanca ve Chechuna lisanından oluşan melez bir lisan yarattılar ve bu sayede birbirleriyle anlaşma imkanı buldular.
Alman askerlerine, büyük askeri tecrübeleri olması sebebiyle, imparatorluk yönetiminde önemli görevler verildi.
Alman askerleri, zamanla yerli halkla evlenmeye ve karışmaya başladılar. Çocuklarına yerliler gibi, hayvan, çiçek, dağ, nehir isimleri vermeye başladılar.
Tatunca Nara’nın iddiasına göre, yeraltındaki gizli bir tapınakta tanrıların dördünün cesedi hiç çürümeden kalmıştı. Bunlar bir sıvının içinde, ilk günkü gibi hiç bozulmadan, adeta sonsuz bir uykudaymış gibi yatıyorlardı. Nara “uyuyan tanrıların” altı parmaklı olduğunu ve insanlara benzediğini söylüyordu.
Akakor Kroniklerindeki Kehanet
U. Mongulala’lılar geçmişi “Akakor Kronikleri”ne dayanarak bildikleri gibi, geleceği de bildiklerini iddia ediyorlardı. Rahiplerin kehanetlerine göre, 12.462’de (Beyaz barbarların takvimine göre 1981’de) üçüncü büyük bir felaket dünyayı mahvedecekti. Felaket, bir zamanlar Samon’un büyük bir imparatorluk kurduğu yerde başlayacaktı. Bu ülkede başlayan savaş, yavaş bütün dünyayı saracaktı.(6) Binlerce güneşten daha parlak silahlarla (Y.N: Hiç şüphe yok ki nükleer silahlardan bahsediliyor) beyaz barbarlar karşılıklı olarak birbirlerini yok edeceklerdi. Alev fırtınasından çok az kurtulan olacak, bunlar arasında yeraltında şehirlerinde yaşayan U. Mongulala’lı insanlar da bulunacaktı.
(1) Manaus: Kauçuk ağacının beşiği olan Amazonya, I. Dünya Savaşına kadar, kauçuk sayesinde belirli bir refaha ulaşmıştı; nitekim Manaus, orman ortasında zengin ve modern bir kent haline gelmiş, bu kentte bir opera bile kurulmuştur. Nehir ağzından 1200 km. içerde bulunan Manaus nehir limanına açık deniz gemileri ulaşabilmektedir.
(2) Bilindiği gibi Machu Picchu, İspanyolların giremediği nadir İnka şehirlerinden biridir. Şehir Cusco’nun kuzeybatısındadır.
(3) Kitabın 103. sayfasında yer alan “Yabancı Halkların Gelişi” alt yazılı yazılı haritada, Samon’un imparatorluk kurduğu yer, Nil nehri ile Sina yardımadası arasındaki alan olarak gösteriliyor. İlginçtir ki, Samon=Salomon=Süleyman adına çok benzemektedir. Samon’un “Seçkin kavmi” İsrail miydi?
(4) Burada yeniden Hörbiger’in teorisini destekleyen açıklamalara rastlıyoruz. Hörbiger çok eskiden Dünyanın 3 tane uydusu olduğunu iddia ediyordu. Bu konuda bakınız. “Kozmik Buz Teorisi”
(5) Bu silahlar arasında tüfekler, makinalı tabancalar, tabancalar, el bombalar, çift taraflı bıçak, gaz maskeleri, dürbünler ve yerlilerin hayatlarında ilk defa gördükleri “esrarengiz” araçlar yer alıyordu.
(6) Bugünlerde Ortadoğu’da tohumları atılan III. Dünya Savaşından bahsediliyor
Akakor’un Unutulan Tarhiçesi:
Amazon nehri (Rio Amazonas) Rio Solimoes’in (Amazon nehrinin kollarından biri) Rio Negro’nun siyah sularıyla karşılaştığı yerde başlar ve her iki güçlü akıntıyı birbirine bağlar. Buradan botla 20 dakika uzaklıkta “Manaus” bulunur. Manaus’un(1) sahille bağlantısı yoktur ve çevresi ormanlarla kaplıdır.
Alman yazarı Karl Brugger, Tatunca Nara’yı işte burada tanımıştı.
3 Mart 1972’de Brezilya Orman Güvenlik Birliği’nden bir subay Manaus’daki bu buluşmayı ayarlamıştı. Alman yazar, karşısında beyaz tenli bir yerliyi görünce müthiş şaşırmıştı.
Tatunca Nara adlı yerli, bozuk bir Almanca ile, 15.000 yıl önce “tanrılar tarafından seçilmiş olan “Ugha Mongulala kabilesinden bahsetmeye başlamıştı. O, dünyayı çöle çeviren iki büyük felaketten, Lhasa dediği bir “tanrı oğlunun” Güney Amerika kıtasındaki hakimiyetinden ve onun eski Mısırlı’larla ilişkisinden bahsediyordu. Anlattığı ilginç şeyler arasında “Got”ların gelişi ve 2000 Alman askeri ile yapılan ittifak vardı. Onun iddiasına göre, tanrısal ataları yeraltında devasa şehirler kurmuşlardı. İşte bütün bu olaylar, “Akakor Kronikleri” adlı bir kitapta toplanmıştı.
Tatunca Nara, hayatını kurtardığı 12 Brezilyalı subay vasıtasıyla, Brezilya Gizli Servisi ile temas kurmaya ve gerçek kimliğini açıklamaya çalışmıştı. Aynı zamanda yerlileri koruma servisi FUNAİ’ye başvurarak, Brezilya’daki Federal Alman elçilik sekreteri’ne II. Dünya Savaşı sırasında 2000 Alman askerinin Brezilya’ya geldiğini ve onların halen başkent Akakor’da yaşadığını söylemişti. Sekreter bu hikayeyi gerçek dışı bularak, Tatunca Nara’nin elçilik binasına girmesini yasaklamıştı.
1973 Nisan’ında FUNAI, Tatunca Nara’nın bir yıl önce bahsetmiş olduğu, beyaz bir yerli kabilesini Rio Xingu nehrinin yukarı kısmında keşfetti. Haziran 1973’de “yerlilerden arınmış” sayılan Acre bölgesinde birçok yerli kabilesi görüldü. Akakor şehir orada mıydı?
Karl Brugger’in yazdıkları Brezilya ve Alman arşivlerinden derlenmişti. Kitabın ana bölümü “Akakor Kronikleri”, Tatunca Nara’nın anlattıklarına dayanmaktadır. (Y.N: Kitap 8 Mayıs 1975’de Rio de Janeiro’da yazılmıştır.) Akakor Kronikleri kitabından bazı ilginç mesajları özetleyerek veriyorum;
Shwerta’nın Yabancı Efendileri:
Ugha Mongulala’nın ilk prensi Ina’nın geçmişleri ile ilgili her şeyi yazıya dökmeye karar vermesi ile “Akakor Kronikleri” ortaya çıktı.
Ataların efsanelerine göre, “Sıfırıncı Saat”ten 3000 yıl önce, beyaz barbarların takvimine göre M.Ö. 13.000’de göklerde altın gibi parlayan ve ışıklar saçan gemileri ile ortaya çıkan güçlü yabancılar, dünyaya inerek buraya yerleştiler. Onlar evrenin derinliklerindeki bir dünyadan, Shwerta’dan geliyorlardı. Ataları orada yaşıyorlardı. Onlar, oralardan diğer dünyalara bilgi getirmek için gelmişlerdi. Mongulala rahipleri, onların birçok gezegenden oluşmuş güçlü bir imparatorluk olduğunu söylüyorlardı. Rahiplerin söylediklerine göre, bizim dünyamızla onların dünyası her 6000 yılda bir karşılaşıyor ve o zaman tanrılar geri dönüyorlardı.
Yabancı ziyaretçilerin gelmesiyle dünyada “Altın Çağ” başladı. İnsanlığı karanlıktan kurtarmak için 130 uzaylı aile dünyaya geldi.
En ünlü el sanatı ustaları onların resim ve kabartmalarını yaptıkları için, ilk efendilerin neye benzedikleri bugün bile bilinmektedir.
“Schwerta”nın Yabancıları” insanlardan ilk bakışta pek farklı görünmüyorlardı. Siyah saçlı, asil görünümlü, beyaz tenli, uzun boylu insanlardı. Eski ataları diğer insanlardan ayıran en önemli özellik, onların el ve ayak parmaklarının 6’şar adet oluşu idi. Altı parmak onların tanrısal kökenini göstermekteydi.
Seçilmiş yerli aileleri ile evlenen tanrılar, yeni bir kabile oluşturdular ve buna “Ugha Mongulala” adını verdiler. Bu, beyaz barbarların lisanında “Seçkin Soyun Müttefiki” anlamına geliyordu. Bu sebepten Ugha Mongulala kabilesi üyeleri tanrısal atalarına benzerler. Onlar ataları gibi uzun boylu, beyaz tenli ve badem gözlüdürler. Tanrılarla tek farkları beş el ve ayak parmağına sahip olmalarıdır. İddialara göre, kıtadaki tek beyaz yerli kabilesi Ugha Mongulala’dır.
“Schwerta’lı Yabancılar” güçlü bir imparatorluk kurdular. Bilgileri, üstün bilgelikleri ve “esrarengiz aletleri” ile dünyayı kendi tasavvurlarına göre değiştirmeleri kolay oldu. Onlar insanların tanımadığı yeni bitkiler yerleştirdiler. Yerlilerin atalarına avlanmayı ve açlıktan korunmayı öğrettiler. Onlara doğanın sırlarını açıklayan yeni bilgiler verdiler. Bu bilgilerle donanan Ugha Mongulala kabilesi, korkunç felaketlere ve savaşlara rağmen binlerce yıl hayatta kalabildi.
U. Mongulala imparatorluğunun başkenti Akakor ilk efendilerin önderliğinde 14.000 yıl önce kurulmnuştu. Aka=Kale, Kor=İki, Akakor; İkinci Kale anlamına geliyordu. Akahim denilen 3. kalenin kroniklerde 7315 yılında kurulduğu belirtiliyordu. Bunun tarihi de Akakor ile bağlantılıydı. Başkent Akakor, Peru ve Brezilya arasındaki sınırda, dağların eteğindeki bir ovada yer şehir yüksek taş duvarlarla çevriliydi. Şehre bu duvarlardaki 13 kapıdan girilebiliyordu.
Akakor’un merkezinde büyük bir güneş tapınağı ve yekpare bloktan bir taşı kapı bulunuyordu. Duvarda yalnız rahiplerin okuyabileceği yabancı lisanda yazılmış yazılar bulunmaktaydı. Bu yazılarda şehrin kuruluş tarihçesi anlatılmaktaydı.
Eski atalar başka yerlerde de tapınaklar inşa etmişlerdi. Bunlar; büyük nehrin yukarı kısmındaki Salazere, büyük göldeki Tihuanaco ve güneydeki yüksek yaylalardaki Manoa. Bu tapınaklar, U. Mongulala ve ilk efendilere bağlı olan dünya yüzeyindeki şehirlerdi. Bu şehirlerin merkezinde basamaklı devasa piramitler bulunuyordu.
Yeraltındaki şehirler:
Yerüstündeki şehirler zamanla yıkılınca, Mongulala halkı, “efendilerin” onlara hediye ettiği, And dağlarının altındaki yer altı şehirlerine çekildiler. Bu şehirler 13 adetti ve ataların yurdu Schwerta takım yıldızını sembolize ediyordu. Merkezi “Aşağı Akakor”du. Şehir, insan elinden çıkmış dev bir mağaranın içinde bulunuyordu.
Yeraltındaki 13 şehrin isimleri şöyleydi;
1- Akakor
2- Sikon
3- Tat
4- Arnan
5- Kos
6- Sanga
7- Mu
8- Tanu
9- Gudi
10- Boda
11- Rino
12- Kisch
13- Buda
Bunların 12 şehir yani, Akakor, Buda, Ksich, Boda, Gudi, Tanum, Sanga, Rino, Kos, Arnan, Tat ve Sikon yapay bir ışıkla aydınlatılıyordu. Bu ışın güneşin hareketi ile değişiyordu. Gümüşten yapılmış dev bir ayna, güneş ışığını şehre yansıtıyordu. Bütün yer altı şehirlerine geniş kanallar vasıtası ile dağlardan su getiriliyordu.
Yer altı şehirlerine giriş, hareketli bir kaya-kapı vasıtasıyla oluyordu. Tehlike anında bu kapı kapatılıyordu.
Schwerta’lı efendiler, yer altı şehirlerini yerlilerin çok yabancısı oldukları planlara ve yasalara göre inşa etmişlerdi. Nitekim yıllar sonra buraya gelen Alman askerleri bile tünel sisteminin ve havalandırmanın nasıl yapıldığını, çok araştırmalarına rağmen, anlayamamışlardı.
Efendilerin kurduğu imparatorluk, 362 milyon insana hükmediyordu. Onlar Akakor’dan bütün dünyayı yönetiyorlardı. Kroniklerde onların kuşlardan daha hızlı uçan, dümensiz ve kanatsız gemilerle, gece veya gündüz hedeflerine ulaştıkları yazılıdır. Tanrılar “Büyülü Taşları” vasıtasıyla en uzak yerleri bile görebiliyorlardı. Bu taşlar, göklerde veya yerde olan biten her şeyi yansıtıyorlardı.
Sıfırıncı Saat (M.Ö. 10.481 – M.Ö. 10.468):
Tanrılar dünyayı tekedecekleri gün Prens Ina’yı çağırdılar ve ona “kendi yurtlarına” geri döneceklerini ama bir gün yine geleceklerini söylediler. Tanrılar görevlerini yapmışlar ve günleri dolmuştu. Ina’ya gelecekteki felaketlerden korunması için “seçilmiş kavmi” yeraltındaki şehirlere götürmesi söylendi. Ina’yla vedalaşan tanrılar, ateşler ve şimşekler altında, gemileriyle göklere yükselerek Akakor dağlarının ardında kayboldular. Tanrılar gitmişlerdi ama bilgileri ve bilgeliklerini burada bırakmışlardı.
Beyaz barbarların takvimine göre “Sıfırıncı Saat”te –yani M.Ö. 10.481’de- tanrılar altın gibi parlayan gemileriyle dünyayı terk etmişlerdi.
Efendilerin dünyadan gitmesinden 13 yıl sona, (M.Ö. 10.468’de) büyük bir doğal felaketler yaşandı. Bu felaket kroniklerde şu şekilde anlatılıyordu;
“Seçkin hizmetkarlar, güneşi, ayı ve yıldızları göremiyorlardı. Koyu bir karanlık her yeri kaplamış, insanlar nafile yere yiyecek arıyorlardı. Tanrıların vasiyetini unutan insanlar birbirlerini öldürüyorlardı. Kanlı zamanlar başlamıştı.”
Tanrıların aniden dünyayı terk etmesinden sonra ne olmuştu? Halkı 6000 yıl geriye götüren bu felaketten kim sorumluydu? Rahipler bu olayı şöyle yorumladılar:
“Sıfırıncı saatten önce, ilk efendilere düşman olan başka bir tanrılar grubu vardı. Akakor’daki güneş tapınağında bulunan tasvirlerden bunların insanlara yabancı yaratıklar olduğunu anlaşılıyordu. Bu yaratıklar çok tüylü ve Kızıl tenli idiler. İnsanlar gibi beş parmaklı olmalarına rağmen, omuzlarının üstünde yılan, kaplan, şahin gibi hayvan kafaları taşımaktaydılar.” (Marduk’lular mı?)
Rahipler bu tanrıların da güçlü bir imparatorluk kurduklarından bahseder. Onlar da insanlardan üstün bilgilere sahiptiler. Akakor’daki güneş tapınağındaki tasvirlerden her iki tanrılar grubu arasında bir savaş olduğu anlaşılmaktaydı. Tanrılar, güneş sıcaklığındaki silahlarıyla dünyayı ateşe verdiler ve karşılıklı olarak birbirlerini yok etmeye çalıştılar. Yalnız dünyada değil, gezegenler arasında da süren korkunç bir savaş başlamıştı. Bunun üzerine Ina yeraltındaki şehirlere gidilmesi emrini vermişti.
İlk büyük felaketten sonra, dünya yüzeyinde büyük değişiklikler meydana gelmişti: Irmakların akışı, dağların yüksekliği değişmiş, birçok kıta sular altında kalmıştı.
Tanrıların öğretisine göre, her 6000 yılda bir devir kapanıp, yenisi başlıyordu. İlk efendilerin öğrettiği yasa bu idi.
II. Büyük doğal felaket
Tanrılar yasalarını dinlemeyen insanları cezalandırmak istemektedir. Bu sebepten insanları yok etmeye karar verdiler. Bu amaçla dünyaya, kızıl bir kuyruklu yıldız ve bin güneşten daha parlak bir alev yollarlar. 13 ay süreyle devamlı yağmur yağar. Denizlerin suyu yükselmeye başlar. İnsanlar korkunç su baskınlarında yok olurlar. Fakat yer altı şehirlerinde yaşayan Ugha Mongulala’lılar bu her iki felaketten kurtulurlar. İlginçtir ki kroniklerde adı geçen “Modus”un yaptıkları tıpatıp Hz.Nuh için anlatılanlara uymaktadır. Bir farkla ki, gemisi Ağrı dağının değil, Akai’nin tepesine uymuştu.
7315 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre M.Ö. 3166’da) Ugha Mongulala halkı tarafından hasretle beklenen tanrılar uzay gemileriyle yeniden dünyaya döndüler. Seçkin kavmin ilk efendileri Akakor’a döndüler ve iktidarı yeniden devraldılar. Burada 3 ay kalan tanrılar yeniden dünyayı terk ettiler. Yalnız Lhasa ve Samon kardeşler eski atalarının vatanına geri dönmediler. Lhasa, Akakor’da kaldı. Samon doğuya doğru kendi imparatorluğunu kurdu. Tanrıların oğlu Lhasa tamamen yıkılmış imparatorlukta ele aldı. Altın çağda yaşayan 362 insandan, iki büyük felaketten sonra, ancak 20 milyondan az insan hayatta kalabilmişti. Bugün Bolivya denen yerde Lhasa, “Mano, Samoa ve Kin” adlı üsler kurdu.
Lhasa, Akakor’un güvenliğinden endişe ederek batı sınırında güçlü bir kale inşa edilmesini emretti. Bu amaçla And dağlarının yüksek tepelerinde Machu Picchu adlı yeni bir tapınak şehir kuruldu.
Machu Picchu’nun kurulması, Ugha Mongulala halkının tarihindeki en önemli olaylardan biridir. Buranın inşası büyük sırlarla doludur. Machu Picchu(2) kutsal bir şehir olarak kabul ediliyordu.
Doğudaki İmparatorluk ve Samon:
Yıldızlardan gelen Prens Lhasa’nın egemenliği 300 yıl sürdü. Lhasa sık sık uçandairesi ile yolculuğua çıkar ve kardeşi Samon’u ziyaret etmek için doğudaki imparatorluğa uçardı.
Alakor Kronikleri Lhasa’nın kardeşi Samon imparatorluğundan çok az bahseder.
Samon hakkında bilinen onun 7315 yılında tanrılarla birlikte dünyaya geldiğidir. Kroniklerde onun doğudaki denizin ötesindeki büyük nehrin(Nil nehri mi?) yanına indiği yazılıdır. O, bir kavmi(3) seçerek bilgi ve hikmetlerini onlara aktarmıştı.
Samon, Lhasa’ya üzerinde atalarının yazısı olan çok değerli kağıt rulolar ve “Yeşil taşlar” hediye etmişti. U. Mongulala rahipleri bunları, Lhasa’nın çok değerli uçandairesi ile birlikte Akakor’un yeraltındaki tapınağında saklıyorlardı. Uçandaire parlak altın rengindeydi ve dünyada bilinmeyen bir metalden yapılmıştı.
Rahiplerin yüksek bilgileri:
Rahipler, eski atalarına ait gizli belgeleri yeraltındaki güneş tapınağında saklıyorlardı. Bu belgeler arasında esrarengiz resimler, haritalar ve işaretler vardı. Bunlar tanrılar tarafından yapılmıştı ve dünyanın bilinmeyen, karanlık tarih-öncesi geçmişinden bahsediyordu.
Bu haritaların birisi, dünyamızın uydusu olan ayın, tarihteki ilk ve tek uydu olmadığından bahsediyordu.(4) Bildiğimiz ay binlerce yıl önce dünyaya yaklaşmaya ve çevresinde dönmeye başlamıştı. O zamanlar dünyanın görünüşü bugünkünden çok farklıydı. Batıda, Beyaz barbarların haritasında yalnız deniz olarak gösterilen yerde, o zamanlar büyük bir ada vardı. Dünya denizlerinin kuzey kısmında ise büyük bir kıta bulunuyordu.
Rahiplerin açıklamalarına göre, ilk felaketten, yani her iki tanrısal ırk arasındaki savaştan sonra, bu topraklar dev dalgalar tarafından yutulmuştu. Rahipler, tanrılar arasındaki savaşın, yalnız dünyayı değil, Mars ve Venüs’ü de çöle çevirdiğinden bahsediyorlardı.
1932 ile 1945 arasındaki dünya tarihine kısa bir bakış:
Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkan Almanya’ya müttefikler Versailles anlaşmasını zorla kabul ettirmek istemişlerdi. Müttefikler, ABD Başkanı Wilson’un ilan ettiği prensiplere inanan Almanya’yı aşağılamışlar, anlaşmanın uygulamasında görülen güçlükler karşısında maddelerini barış içinde değiştirmek yoluna gidecekleri yerde, Ruhr bölgesini işgal etmek, geniş Alman topraklarını süngü altına tutmak, silahlanmada eşit hak vermemek, Alman halkını aşağılamak gibi yolları tercih etmişlerdi.
Versailles Barış Anlaşması, Avrupa’da büyük değişikliklere sebep oldu. Ekonomik çöküntünün yarattığı baskılar sonucunda yeni otoriter ideolojiler yükselişe geçti. 1933 yılında Hitler ve NSDAP Almanya’da iktidara geçti. Latin Amerika ülkeleri Nasyonal Sosyalizme karşı bir bekleyişin içindeydiler. 1939’da II. Dünya Savaşının başlaması ile Hitler, Brezilya Başbakanı Vargas’ı bir ittifaka zorlamak için, ülkesinde birçok çelik fabrikaları kurmayı önerdi. Fakat ABD’nin yoğun baskıları altında bulunan Brezilya, 1942 yılında Almanya’ya savaş ilan etti. Güney Amerika kıtasındaki çatışmalar, Alman kolonileri tarafından desteklenen, Alman Silahlı Kuvvetleri’nin (Wehrmacht) gizli komandolarının sınırlı harekatlarını aşamadı.
Reich Almanlarının Akakor’a gelişleri:
12.412 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1936’da) beyaz bir rahip önderliğindeki bir keşif gezisi, Ugha Mongulala kabilesinin müttefiki olan “Kara Kalp” kabilesinin bulunduğu bölgeye karar ulaşmıştı. Beyaz adamlar köylülerin kulübelerini yakmışlar ve kutsal mezarlarını altın bulma ümidiyle talan etmişlerdi. Bu tanrıların vasiyetine karşı işlenmiş büyük bir suçtu ve cezalandırılması lazımdı.
Ugha Mongulala kabilesinin başında bulunan prens Sinkaia, Lima’ya saldırı emri verdi.
Beyaz barbarların “Santa Maria” dedikleri yere saldıran yerlilerin başında bulunan prens, bütün erkeklerin öldürülmesini ve evlerin yakılmasını emretti. Bu saldırıdan kurtulabilen köyde yaşayan 4 kadın oldu. Bunlardan üçü, Akakor’a götürülürken kaçmak istediler ve “kızıl” nehirde boğuldular. Ancak dördüncü kadın U. Mongulala’nın başkentine ulaşabildi. Onun gelişi ile, yani 12.413yılında halkın tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Esir kadının adı Reinha idi ve Almanya denilen bir ülkeden geliyordu. Beyaz rahipler onu yerleri Hıristiyan yapması için Brezilya’ya yollamışlardı. Esareti sırasında, Reinha yerli halkın güvenini kazanmayı başardı. O, hastalara ve yaralı savaşcılara yardım etti. Prens Sinkaia, ona büyük bir ilgi duymaya başlamıştı. Nihayet ikisi evlendi ve Reinha U. Mongulala’nın yeni prensesi oldu. Reinha ve Sinkaia’nın evliliği halkın yaşamını değiştirdi. İlk defa olarak U. Mongulala halkı bir prens ve prenses tarafından yönetilmeye başlandı. Prenses “Yüksek Konsey”in bütün toplantılarına katılarak, önemli karaların alınmasına rehberlik etti.
12.416 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1937’de) Reinha, Sinkaia’ya bir erkek çocuk doğurdu. Sinkaia’nın oğluna “Tatunca Nara” adı verildi. Böylece Lhasa soyundan gelen son prens dünyaya gelmiş oldu. Sinkaia ile evliliğinden 4 yıl sonra Reinha, Almanya’ya U. Mongulala’nın bir elçisi olarak geri döndü. Reinha gizlice beyaz barbarların doğudaki limanına getirildi ve buradan bir gemi ile vatanına döndü. Reinha 21 ay Almanya’da kaldı. Daha sonra Akakor’a dönen “seçkin kabilenin prensesi”nin yalnız olmadığı görüldü. Yanında halkının yüksek yöneticilerinden üç kişi daha vardı. “Yüksek Konsey” ve Alman yetkililer, Reinha’nın yardımıyla birçok konuyu konuşma fırsatı buldular. Ortak bir gelecek için düşünce alışverişinde bulunuldu. U. Mongulala’ya beyaz barbarların sahip oldukları güçlü silahların aynısını vermeyi taahhüt ettiler. Ayrıca Akakor’a gelece k2000 asker bu savaş araç ve gereçlerinin nasıl kullanılacağını gösterecekti. Anlaşmanın en önemli bölümü 12.415 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1944’de) planlanan savaştı. Almanlar bu savaşta Brezilya sahillerine çıkmak ve bütün büyük şehirleri işgal etmek istiyorlardı. U. Mongulala savaşcıları içerden beyaz barbarların yerleşim yerlerince hücum ederek, bu harekatı destekleyeceklerdi. Zaferden sonra Brezilya’nın ikiye bölünmesi planlanıyordu. Alman askerleri sahildeki bölgeleri istiyorlardı. Un. Mongulala ise tanrıların onlara 12.000 yıl önce vermiş olduğu, büyük nehrin kenarındaki topraklarını geri almakla yetiniyorlardı. Anlaşma işte bunları kapsıyordu.
Almanya ile yapılan ittifak U. Mongulala’nın kendine olan güvenini yeniden kazandırdı. Yokluk ve sefalet içinde bulunan Mongulala’lılar bu sayede eski imparatorluklarını yeniden kurma fırsatını yakaladılar.
Akakor’daki 2000 Alman Askeri:
Alman askerleri ilk defa 12.422’de (1941’de) gelmeye başladı. Takip eden yıllarda yeni gruplar, sayıları 2000’i buluncaya kadar gelmeye devam etti. 12.426 yılında (Beyaz barbarların takvimine göre 1945’de) son Alman askeri de U. Mongulala’nın başkentine geldikten sonra anavatanları ile her türlü bağlantıları kesildi.
Alman askerlerinin Akakor’a gelişleri şöyle olmuştu: Onlar Marsilya’dan yola çıkmışlar ve kendilerine İngiltereye gidecekleri söylenmişti. Askerlere, gidecekleri gerçek yerin neresi olduğu gemi yola çıktıktan sonra söylenmişti. Alman askerlerinin Atlantik Okyanusunu aşarak, Amazon’un ağız bölgesine gelmeleri 3 hafta sürmüştü. Burada kendilerini küçük bir gemi bekliyordu. Bu gemi onları “Kara Nehir”in yukarı kısmına taşımıştı. Yolculuklarının son kısmında onlara U. Mongulala’lı savaşcı birlikler eşlik etmişti. Kanus’tan Brezilya ve Peru sınırındaki büyük şelaleye geldiklerinde, Akakor’a 20 saatlik bir yol kalmıştı. Alman Askerleri Akakor’a gelinceye kadar 5 ay yolculuk yapmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Alman askerlerinin Akakor’a gelmesiyle hummalı bir faaliyet başladı. Yeni müttefikler, U. Mongulala’lı savaşcılar eğitmeye ve yeni silahları(5) tanıtmaya başladılar.
Fakat planlanan savaş olmadı, çünkü Alman Führer’i savaş kaybetmişti. Son gelenler askerler, ki aralarında çocuklar ve kadınlar da vardı, savaşın tamamen kaybedildiğini söylediler. Kaçan Alman askerleri esir olmaktan son anda kurtulabilmişlerdi. Artık bundan sonra Almanya’dan bir yardım almak ümidi kalmamıştı.
Akakor’daki 2000 Alman Askerinin Yaşamı:
12.426 yılında (1945’de) Almanya’nın yenilmesi ile birlikte, U. Mongulala imparatorluğunu yeniden kurma hayalleri de suya düşmüştü. Beyaz barbarlara aynı anda saldırma planından müttefik Almanya’nın yenilmesi üzerine vazgeçildi. Sinkaia doğu sınırında toplanan ordusunu geri çağırdı. Geçen zaman içinde 2000 Alman askerinin “seçilmiş halk”la bütünleşmesi başladı. Bu güç bir işti, müttefik askerler ne tanrıların vasiyetini, ne de yerlilerin dilini bilmiyorlardı.
Bunun üzerine rahipler toplanarak, ataların sembolik yazılarını basitleştirme kararı aldılar. Bu yeni işaretlerle “Akakor Kronikleri”ni yeniden yazdılar.
Alman askerleri ve U. Mongulala’lılar Almanca ve Chechuna lisanından oluşan melez bir lisan yarattılar ve bu sayede birbirleriyle anlaşma imkanı buldular.
Alman askerlerine, büyük askeri tecrübeleri olması sebebiyle, imparatorluk yönetiminde önemli görevler verildi.
Alman askerleri, zamanla yerli halkla evlenmeye ve karışmaya başladılar. Çocuklarına yerliler gibi, hayvan, çiçek, dağ, nehir isimleri vermeye başladılar.
Tatunca Nara’nın iddiasına göre, yeraltındaki gizli bir tapınakta tanrıların dördünün cesedi hiç çürümeden kalmıştı. Bunlar bir sıvının içinde, ilk günkü gibi hiç bozulmadan, adeta sonsuz bir uykudaymış gibi yatıyorlardı. Nara “uyuyan tanrıların” altı parmaklı olduğunu ve insanlara benzediğini söylüyordu.
Akakor Kroniklerindeki Kehanet
U. Mongulala’lılar geçmişi “Akakor Kronikleri”ne dayanarak bildikleri gibi, geleceği de bildiklerini iddia ediyorlardı. Rahiplerin kehanetlerine göre, 12.462’de (Beyaz barbarların takvimine göre 1981’de) üçüncü büyük bir felaket dünyayı mahvedecekti. Felaket, bir zamanlar Samon’un büyük bir imparatorluk kurduğu yerde başlayacaktı. Bu ülkede başlayan savaş, yavaş bütün dünyayı saracaktı.(6) Binlerce güneşten daha parlak silahlarla (Y.N: Hiç şüphe yok ki nükleer silahlardan bahsediliyor) beyaz barbarlar karşılıklı olarak birbirlerini yok edeceklerdi. Alev fırtınasından çok az kurtulan olacak, bunlar arasında yeraltında şehirlerinde yaşayan U. Mongulala’lı insanlar da bulunacaktı.
(1) Manaus: Kauçuk ağacının beşiği olan Amazonya, I. Dünya Savaşına kadar, kauçuk sayesinde belirli bir refaha ulaşmıştı; nitekim Manaus, orman ortasında zengin ve modern bir kent haline gelmiş, bu kentte bir opera bile kurulmuştur. Nehir ağzından 1200 km. içerde bulunan Manaus nehir limanına açık deniz gemileri ulaşabilmektedir.
(2) Bilindiği gibi Machu Picchu, İspanyolların giremediği nadir İnka şehirlerinden biridir. Şehir Cusco’nun kuzeybatısındadır.
(3) Kitabın 103. sayfasında yer alan “Yabancı Halkların Gelişi” alt yazılı yazılı haritada, Samon’un imparatorluk kurduğu yer, Nil nehri ile Sina yardımadası arasındaki alan olarak gösteriliyor. İlginçtir ki, Samon=Salomon=Süleyman adına çok benzemektedir. Samon’un “Seçkin kavmi” İsrail miydi?
(4) Burada yeniden Hörbiger’in teorisini destekleyen açıklamalara rastlıyoruz. Hörbiger çok eskiden Dünyanın 3 tane uydusu olduğunu iddia ediyordu. Bu konuda bakınız. “Kozmik Buz Teorisi”
(5) Bu silahlar arasında tüfekler, makinalı tabancalar, tabancalar, el bombalar, çift taraflı bıçak, gaz maskeleri, dürbünler ve yerlilerin hayatlarında ilk defa gördükleri “esrarengiz” araçlar yer alıyordu.
(6) Bugünlerde Ortadoğu’da tohumları atılan III. Dünya Savaşından bahsediliyor
www.emekforum.com
0 yorum:
Yorum Gönder